Doğuya yolculuk


Sonunda sayılı günler geçti ve beklenen an geldi. 1 Ağustos Cuma sabahı yine erkenden kalkıp Elif’le son hazırlıklarımızı tamamlamaya koyulduk. Bir yandan toparlanırken, bir yandan da bizi uğurlamaya gelen dostlarımız ve gazeteci ve televizyoncu arkadaşlarla, yolculuk programımızın detayları hakkında konuştuk. Daha önce motosikletle 2000-3000 kilometrelik yolculuklar yapmış olmama rağmen, ilk kez böylesine uzun bir yola, hem de toplam ağırlımızın 440 kilo olduğu bir makine ile çıkıyordum ve bunun gerginliğini bütün sabah yaşadım. Ancak motora binip, yan ayağını kaldırıp, çalıştırdıktan sonra, bütün heyecanım uçup gitti ve herşey normale döndü.

Böylece, Sabah Adventure Club sponsorluğunda gerçekleştireceğimiz uzun yolculuğumuza Etiler’den başladık. Daha önceden kararlaştırdığımız gibi, ilk önce Fotoğrafevi midibüsünün, aynı rota üzerindeki yolculukları için çıkışa başlayacağı Ortaköy meydanına gittik. Faruk’la (Akbaş) ve ekibin diğer elemanları ile çok hoş bir vedalaşmanın ardından birbirimize şans dileyerek, ilk durağımız olan Ankara’ya doğru yola çıktık.

Bu yolculuğu aslında Cenk’le (Metinkaya) birlikte iki motor olarak gerçekleştirmeyi planlıyorduk. Ancak yola çıkmamıza 4 gün kala, hiç hesapta olmayan bir aksilik başımıza geldi ve Cenk bir kaza geçirip bacağını kırdı.

Bunun üzerine Serhat ve alçılı bacağıyla Cenk, ilk günümüzde destek olmak amacıyla arabayla Ankara’ya kadar bizimle geldi. Gerçekten de ilk günde böyle bir manevi desteğe çok ihtiyacımız varmış. Daha yolun ilk 200 kilometresinde, sebebini tam olarak çözemedik ama arka frenlerimiz sıkıştı ve balataları yaktı. Sonra da yedek olarak taktırdığım gaz teli, TEM yolunda 150 kilometre hızla giderken, normal gaz telinin arasına sıkıştı ve gazı bıraktığım halde motor yavaşlamadı. Bir kaç şey denedim ama çok hızlı akan trafiğin içinde, motoru bir türlü yavaşlatamadım. Debriyaja basınca, devir, motoru patlatacak seviyelere çıktı, gaz teli sürekli çekili olduğu için frenler bir işe yaramadı, en sonunda motoru giderken stop ettim ve güç bela kenara yanaşıp durabildim. Doğrusu daha yolun başındaki bu aksilik bizi biraz huzursuz etti ama basit bir sebebi olduğunu anlayınca fazla üzerinde durmadık.

Ankara’da yine dostlarımızla çok hoş bir gün geçirip, hepsinin bol şans dileklerini aldıktan sonra doğuya doğru yolculuğumuza devam ettik. İkinci gecemizi Sorgun’da ŞİRİN Motel adlı çok hoş bir kaplıcada geçirdik ve Sivas’ta ilk bininci kilometremizi kutlamanın ardından Erzurum’a vardık. Burada Nafia (Özdemir) ile buluştuk ancak ortada bizim kaza geçirdiğimize dair bir söylenti dolaştığını öğrendik. Buna çok şaşırdık ve üzüldük, hemen tanıdıklara birer telefon edip havadan sudan konuştuk, neyse ki bu söylentiden hiçbirinin haberi yokmuş. Akşam, daha önceden tanıdığım Erzurum vali yardımcısı Ali Haydar (Küçük) beyle buluştuk. Birlikte hoş bir akşam yemeği yedikten sonra, bizi Palandöken Dedeman otelde misafir etti.

Ertesi gün, Erzurum’dan Doğubayazıt’a geldik. Yolda mola verdiğimiz köylerde, herkes son derece içten ve yakın davrandı, ikramlarını ve dualarını hiç eksik etmediler. Aslında bugün sınırı geçip İran’a girmeyi düşündüğümüz halde, polis arkadaşımız Osman ve gümrükçü Naci abiyle birlikte, bugünü burada geçirmeye karar verdik. İshakpaşa sarayını ve çevresini gezdik, Murat kampingde harika bir yemek yedikten sonra da geçmişteki şanssız Ağrı dağı seferlerimden hatırladığım Urartu hotelde kaldık. Ağrı dağı yine muhteşem ve bir o kadar da çekici görünüyor. İki kez buraya geldim ama ne yazık ki tırmanışı deneyemedim bile. Dünyanın pek çok yerinde onlarca dağa tırmanmış bir dağcının, kendi ülkesinin en yüksek dağına tırmanmamış ve tırmanamıyor olması da, herhalde benim dağcılık kariyerimin tiraji-komik noktalarından biri.

Böylece 5 Ağustos Salı günü erkenden hazırlanıp, bir kaç küçük eksiğimizi de hallettikten sonra, Gürbulak sınır kapısına geldik. Türk gümrüğündeki işlemleri rahat bir şekilde hallettik ve İran topraklarına girdik. Burayı geçmemiz biraz daha uzun sürdü. İran gümrüğünde, yabancı dergi, kaset var mı diye, Türkiye’den gelen arabaları, otobüsleri ve çantaları iyice kontrol ediyorlar. Bir de tabii ki buradaki bütün kadınların başörtüsü takma mecburiyeti var, nitekim Elif de sınırı geçtiğimiz andan itibaren bu kurala uydu.

Sınırı atlattıktan sonra İran’ın muhteşem asfaltında ilerlemeye başladık. İlk olarak Maku’da, İran’ın hemen hemen bedavaya satılan benziniyle depomuzu doldurduk ve Tebriz’e doğru yola koyulduk. Sudan ucuz kelimesini herhalde buradaki yakıt fiyatları için söylemişler. Benzinin litresini 16 tümene aldıktan sonra, bir şişe kolaya 50 tümen vermek koydu bize doğrusu. Türkiye’nin yirmibeşte biri gibi bir fiyatı var benzinin, bir-bir buçuk dolara 32 litrelik depomuzu doldurabiliyoruz burada.

Bazen fotoğraf , bazen de yol kenarında satılan karpuzlarla susuzluğumuzu gidermek için verdiğimiz kısa molalar haricinde, yolumuza devam ettik. Türkiye’den birlikte çıktığımız Ağrı’lı Mehmet, babası ve İran’lı arkadaşları Asker ile birlikte hava karardıktan biraz sonra Tebriz’e girdik. Otele gidene kadar, Tebriz’in tamamen düzensiz ve kuralsız trafiğinde, Asker’in tipik bir İran’lı gibi kullandığı yeşil Peykan’ı kaybetmemek için, binlerce kuralsız şöförün arasında bir yarım saat ter döktüm. Ben motoru, önüme atlayacak ya da sinyal vermeden sağa ya da sola dönecek arabalardan kollarken, Elif de, arkadan motora ya da çantalara çarpacak kadar yaklaşan arabaları azarlamakla meşguldu. Benim gibi İstanbul trafiğinde yıllarca araba ve motor kullanmış birisi için bile, İran’lıların trafik düzeni fazlasıyla zorlu geldi. Sonunda, motoru devirmeden ve berelemeden Derya otele gelebildik. Bugün kendimi felaket yorgun hissediyorum, deliksiz bir uykuya ihtiyacım var.

6 Ağustos sabahı, güzel bir kahvaltının ardından, çantalarımızı toplayıp motora yükledik ve Tahran’a doğru yola koyulduk. Tebriz - Zencan arası biraz problemliydi ve yollardaki tamiratlardan dolayı biraz zorlandık. Hatta bir keresinde bizim şeritten peşpeşe gelen dört arabanın yanından neredeyse sıyrılarak geçtik. Adamlar kendi şeritlerine girmeyi denemediler bile. İran’da çok hatalı sollama yapıyorlar, hatta trafiğin tamirat nedeni ile, yandaki bozuk yollardan verildiği yerlerde bile, birbirlerini solluyorlar. Zencan’da kısa bir yemek molası verdik. Yol biraz rüzgarlı olmasına rağmen, buradan sonrasını çok daha rahat ve hızlı bir şekilde katederek, Tahran’a 30 kilometre mesafedeki Kerec şehrine girdik. Tebriz’in dünkü korkunç trafiğinden sonra, bugün de Tahran’ınkini tecrübe etmeye hiç niyetimiz yok, geceyi burada geçireceğiz.

Ertesi sabah yine erkenden yola koyulduk ve Tahran’ı geçip, İsfahan’a geldik. Tiananmen meydanının ardından dünyanın ikinci büyük meydanı olan meşhur İmam meydanında, Fotoğrafevinin midibüsüne rastlarız belki diye düşünüyorduk ancak bizim epey önümüzdelermiş. Faruk’un arkadaşı Rashidi ile buluştuk ve onun kızkardeşinin evinde, bir İran ailesiyle çok hoş bir akşam yemeği yedik.

Ertesi günümüzün ilk saatlerini, 16. yüzyılda; “Esfahan, nesf-e Jehan” (İsfahan dünyanın yarısıdır) diye adlandırılan bu muhteşem şehre ayırdık. Cuma günü dolayısıyla çoğu yer kapalıydı, biz de İmam meydanının etrafındaki yerleri ve kapalı çarşısını gezdik. Yola devam etmemiz gerekmese, burada günlerce gezebilirdik ancak Katmandu’ya zamanında varabilmek için programımızı uygulamak zorundayız. Böylece öğleden sonra Yazd’a doğru yola çıktık. Yazd’a hava karardıktan sonra girdik ve motorları ile bize yol gösteren iki gencin de yardımıyla, Lonely Planet’in rehber kitabında önerilen hoş ve mütevazi bir otele yerleştik. Burada en sevdiğimiz şey olan buzlu kavun suyu yapan bir yerin de, bizim otelin 100 metre yanında olduğunu öğrenince keyfimize diyecek yoktu doğrusu.

Yazd, halen burada yaşayan yaklaşık 12.000 mensubu ile, İrandaki Zerdüşt kültürünün en yoğun olduğu bir çöl şehri. 9 Ağustos sabahı önce Yazd’ın 14. yüzyıldan kalma Büyük Camii’sini gezdik, ardından Zerdüştlerin 1500 yıldır sönmeyen kutsal ateşlerinin yandığı Ateşkade’ye gittik. Son olarak ta, 50 yıl öncesine dek Zerdüştlerin ölülerini akbabalara terkettikleri “Sessizlik Kuleleri”ne gittik. Zerdüşt geleneklerine göre, Hava, Toprak Ateş ve Su kutsaldır ve cesetlerle onları kirletmezler. Tibet Budizm’inde halen uygulanan bu yöntemde, ölüler ceset parçalayıcıları tarafından akbabalar için parçalara ayrılıyor. Sonuçta akbabalar işlerini bitirdiğinde cesetten geriye hiç bir şey kalmıyor. Son derece etkileyici bu çok özel yerdeki yapı kalıntılarını, kuleleri ve halen kemiklerin görülebildiği yamaçları gezdikten sonra, bundan sonraki durağımız olan Bam şehrine doğru yola çıktık.

Bam’a gece 22:15 sularında girdik ve yine buralıların yardımıyla, rehber kitaplarda özellikle tavsiye edilen Tourist Guest House’a geldik. Gece vakti, buranın sevimli sahibi Akbar’ın karısının hazırladığı yemeği yerken, burada kalan İrlandalı gençle ve Akbar’la uzun uzun sohbet ettik. Akbar’ın misafir defterinde Mehmet adlı bir Türk gencinin de notlarını görmek bizi çok sevindirdi, hatta Akbar Türkiye’de Mehmet’in misafiri bile olmuş bir ara.

Ertesi günümüzü dinlenerek geçirdik, burası o kadar hoş ve sıcak bir ortama sahip ki, bir gün daha burada kalmaya karar verdik. Kirlilerimizi yıkadık, motorun sağını solunu iyice bir kontrol ettim, Maşaallah şimdilik iyi gidiyor, tek sorun sıcaktan dolayı mı emin değilim; fabrika standartlarının iki katı yağ yakıyor. Öğleden sonra bir de Türkiye’ye telefon edip her şeyin yolunda olduğunu haber verdik. Bam’da hava müthiş sıcak, ancak yeraltı su kaynakları sayesinde her taraf yemyeşil palmiye ağaçlarıyla dolu.

Akşamüstü buraya asıl geliş sebebimiz olan Arg-e Bam’a gittik. Çok ilginç ve güzel bir şeyle karşılaşacağımızı bilmemize rağmen, burası bizi gerçekten çarptı. Arg-e Bam, ilk inşası çok eskilere giden dev bir antik kale-şehir. Sokaklar, binalar, evler, surlar, kaleler, camii, çarşı, büyük bir şehirde olması gereken herşey var burada. Bir ortaçağ avrupa kalesini andırıyor, tek farkla ki, buradaki herşey kilden yapılmış.

11 Ağustos sabahı çok erken bir saatte kalkıp Zahedan’a doğru yola çıktık. Tam önümüzden yükselen çöl güneşinin doğuşunu motorumuzun üzerinde izleyerek, Shurgazi çölünde ilerlemeye devam ettik. Doğuya yolculuğun en hoş taraflarından biri de bu, güneş her sabah yüzünüze doğuyor. Zahedan’da yemek ve yakıt molası verdik ve sınıra kalan son 85 kilometreyi de geride bırakıp İran gümrüğüne girdik. Şansımıza Türkçe bilen bir kaç kişinin yardımıyla, bu tarafı fazla uğraşmadan atlattık.

Pakistan sınırına geldiğimizde ise, karşılaştığımız şeyi ancak bir şok olarak ifade edebilirim. Sınırı belirleyen duvarın öte yanında bambaşka bir dünya vardı. Her taraf toz, toprak ve pislik içinde. İnsanların tipleri bir anda değişti, rüzgarın savurduğu kumların arasında, İran’da görmediğimiz bir fakirlik ve sefalet göze çarpıyordu. Pasaport işlemlerini kolaylıkla hallettik ancak motorun işlemlerine geldiğimizde, bizi çok kötü bir sürpriz bekliyormuş. Başımıza en son geleceğini düşündüğüm şeyle karşılaştık; Evraklarımız Pakistan’a girmemiz için uygun değil… İlk önce inanamadım ama oturup kağıtları tek tek inceleyince, Turing’deki görevli kadının bana yanlış döküman verdiğini anladım. Ne yazık ki bu yanlışlığı İstanbul’dan 5000 kilometre uzakta, rehber kitaplarda bile, “Burada bir gece kalmayı aklınızdan bile geçirmeyin” dedikleri bir sınırda farkettik. Yapacak bir şey yok, bu kağıtlarla Pakistan’a giremeyiz. Türkiye’ye buradan telefon etme imkanı da olmadığı için, tekrar İran’a geri girdik ve nüfusunu Afgan, Beluci, Pers ve Sihlerin oluşturduğu, İran’ın en az çekici şehri olduğu söylenen Zahedan’a geldik. Bundan sonraki iki gün, Cenk’in Türkiye’de sorunumuza bir çözüm bulmasını beklemekle geçti. Burada tesadüfen tanıştığımız ve bize çok yardımcı olan Majid’in sayesinde, sonunda yeni Carnet de Passage’ımızın kopyasını fakstan aldık, orjinalleri ise Cenk Lahor’a yollatacak. Artık tek sorunumuz fakstan çıkan Carnet’nin işe yaraması.

13 Ağustos sabahı erkenden kalkıp, tekrar sınıra geldik. Biz İran’dan çıkarken, Pakistan’dan gelen üstleri, başları, motorları savaştan çıkmış gibi görünen, perişan halde üç Avustralyalı gence rastladık. Çok kötü yerlerden geçmek zorunda kalmışlar ve motorlarını bir kaç kez devirmişler, bir yerde ise neredeyse susuzluktan öleceklerini sanmışlar. Onlara buradan sonrasının çok daha rahat ve kolay olacağını söylüyoruz, ne yazık ki onlar aynı şeyi bizim için söyleyemiyorlar. Benim bildiğim Aussie’ler çok sıkı adamlardır. Bu iri kıyım üç gencin Pakistan yollarında bu hale gelmesi bizi biraz düşündürmedi değil hani. Ne yapalım başa gelen çekilir, biz de payımıza düşene hazırız.

Elimizdeki fakslarla bu sınırı geçmek herhalde bu yolculuğun en stresli ve zorlu bölümü oldu. Tam dört saat dil dökerek görevlileri bütün hatanın Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu’nun olduğuna ve elimizdeki faksların orijinalden çekildiğine ikna etmekle uğraştık. Karşımıza sunulan absürd alternatiflerin en yenilir yutulur olanı, Elif’i trenle Quetta’ya ve oradan Lahor’a göndermek, benim de, pasaportlarımızı teslim edeceğimiz, 80 kiloluk bir Pakistanlıyı buradan yaklaşık 1600 kilometre uzaktaki sınıra kadar taşımam oldu. Bu saçma tekliflerin hiçbirini kabul edemedik tabii ki. En sonunda Lahor’la yaptıkları görüşmelerin sonucunda bu durumu benim pasaportuma açık bir şekilde yazarak gitmemize izin verdiler. Bizi çöle salmadan önce bir de öğle yemeği ikram ettiler ki, o anda ihtiyacımız olan tek şeydi. Bir de tabii Elif’in başörtüsü mecburiyetinden kurtulması çok iyi oldu. Yemekten hemen sonra yola çıkarak, yolların bomboş olduğu Taftan çölüne girdik. Başlangıçta genellikle yol koşulları iyi durumdaydı ancak sonradan çok ani olarak değişen ve hiç işaret olmayan yollarda ilerleyerek hava kararırken Dalbandin adlı şehire kadar geldik. Yol boyunca aşırı sıcaktan dolayı, sık sık bir şeyler içmek için mola vererek ilerledik ve yol kenarında bidonlarda satılan benzinle depomuzu doldurduk. Dalbandin’de tesadüfen, burada bir maden arama firmasında çalışan Doug adlı Avustralyalı bir mühendisle tanıştık. Doug, yol koşullarının daha da kötüleşeceğini ve gece vakti yol kesen talibanların cirit attığı Belucistan’da yolculuk yapmanın hiç de iyi bir fikir olmadığını söyleyerek, geceyi geçirmek için şirketin şantiyesine davet etti bizi.

Ertesi gün ilk 50 kilometre kum yığınları ve aniden karşımıza çıkan çukurlarla dolu oldukça bozuk yollarda ilerledikten sonra biraz rahatladık ve 6 saatin sonunda Quetta’ya vardık. Daha saatin erken olmasına rağmen geceyi burada geçirmeye karar verdik ve geçen sene, bizim Camel Trophy’cilerin de kaldığı Bloomstar otele yerleştik. Quetta tam anlamıyla yaşayan bir şehir, son derece renkli ve hareketli. Kalabalık sokaklarında herkes biryerlere yetişmeye çalışıyor. Rengarenk kamyonlar, aşırı derecede süslü otobüsler, triportörler, motorlar, bisikletler ve yürüyen insanlar, her bir dükkandan ayrı müzik sesinin geldiği sokakları dolduruyor. Bir de bugün Pakistan’ın ellinci kuruluş yıldönümü kutlamaları yapılıyordu, o yüzden iyice kalabalık ortalık. Biz de artık sokaklarda, arabalarda ellerinde Kalaşnikov’larla dolaşan tiplere şaşırmıyoruz. Fırsatını bulmuşken Cenk’e ve Sarp’a da telefon edip Pakistan’a girebildiğimizi haber veriyoruz.

Ertesi sabah Quetta’dan ayrılıp Dere Gazi Han yoluna girdik. Hakkında pek bir şey bilmediğimiz, daha kuzeyden giden Dere İsmail Han yolunu denemeyi pek istemiyoruz. Bütün gün 10 saatten fazla bir süre yol almamıza rağmen ancak 420-430 kilometre yapabildik. Akşamüstüne doğru artık yeşillenmeğe başlayan yollarda silahsız dolaşan bir biz kalmıştık herhalde. En uyduruk motorlarla bile gidenlerde, arkadakinin elinde bir tüfek görüyorduk, kamyonetlerde ise zaten Kalaşnikov’lar var. Gece karanlığında girebildiğimiz, Rhakni adlı kasabadaki Rest House’da geceyi geçirmeye karar verdik. Eşyalarımızı yerleştirdikten sonra da bir şeyler atıştırmak için dışarı çıktık. Ben buradaki kötü lokantaların birinde ne bulduysam yerken, Elif muz ve şeftaliyi tercih etti.

16 Ağustos sabahı yine erkenden kalkıp yola çıktık. İlk 40 kilometre iyi zorladı bizi doğrusu, yer yer son derece bozuk, müthiş virajlı ve dağlık bir bölgede, yakıcı güneşin altında üç saatte geçebildik bu mesafeyi. En zorlu sürüşümüzü dün yaptık diyordum ama bugünkü tozlu topraklı yollar dünü arattı doğrusu. Daracık ve virajlı yollarda, kelimenin tam anlamıyla sürünerek yanından geçmeye çalıştığımız, karşıdan gelen kamyonların yüzünden iki kere motoru yatırmak durumunda bile kaldım. Burayı atlattıktan sonra, çok daha yeşil ve sulak Punjab eyaletine girdik ve Multan’a kadar geldik. Bugünkü yorucu yollardan ve kamyonların eksozlarından leş gibi olmuşuz, klimalı, güzel bir otele yerleşip biraz dinlenince kendimize geldik.

Ertesi sabah nispeten daha düzgünce bir yolda ilerleyerek Lahor’a 120 kilometre mesafedeki Okara bölgesine girdik. Bir anda, bu gezi için en korktuğumuz şey başımıza geldi; Sakin ve dikkatli bir şekilde, yaklaşık 70-80 kilometre gibi bir süratle ilerlerken, yan yoldan ana yola çıkan bir bisikletli hiç trafiğe bakmadan, bütün yolu yanlamasına geçerek, gidiş yolumuzu kapattı. Bisikletlinin bizim yolumuza çıkacağını fark edince kornaya basıp onu uyarmaya çalıştım ama hiç oralı bile olmadı. Çarpışma anına kadar frenlere asıldım ama kurtaramayacağımızı anlayınca, saniyeler, belki de saliseler içinde, böyle bir çarpışma sonrasında devrileceğimizin neredeyse kesin olduğuna ve motoru kurtarmak için yapabileceğim tek şey olduğuna karar verdim. Çarpışmanın olduğu anda gazı açıp, motoru ivmeyle düz tutmaya çalıştım, inanamıyorum ama işe yaradı. Ön tekerlekle bisiklete yandan vurduk adam da bisikletten fırlayıp sağdan motora çarptı. Yoldan çıkarak yandaki yaklaşık 1.5 metre genişliğindeki bozuk zeminde, ön tekerleği çarpışmanın etkisiyle yalpalayarak elli metre kadar giden motoru devirmemek ve hemen yanımızdaki 2 metre kot farkı olan araziye düşürmemek için çok uğraştım. Her şey bir anda olup bitti ve kendimizi motorun üzerinde duruyor bulduk. Sol bacağımda keskin bir acı hissediyorum, boxer motorlarda kazalarda en çok olan şey oldu. Motoru düz tutmak için bacağımı yana açtığımda, yağ kapağına çarpmışım. Hemen motordan inip, kendimizi kontrol ettik, Allaha şükür ciddi bir şeyimiz yok, her şey normal görünüyor. Bu arada bisikletli de ayağa kalkmış, orasını burasını kontrol ediyordu. Seke seke yürüyüp adamın yanına gittim, elini ve bacağını incitmiş ama kırığı yok, bisiklet ise kullanılmayacak durumda. Adama dikkatsizliğinden dolayı biraz söylendim, sonra da Lahor’a hava kararmadan girme düşüncesiyle yolumuza devam ettik.

15 kilometre kadar sonra, Elif sağdaki 45 litrelik yan çantanın olmadığını söyledi. Nasıl olurunu hiç düşünmeden geri dönüp, ters istikamete doğru hızla ilerlemeye ve yolu kontrol etmeye başladık. Çantanın içinde, elbiselerimizin ve kitaplarımızın yanısıra bu notları yazdığım, Karma Internatinal’ın verdiği HP Omnibook 2000 laptop’umun da bulunması ve çantayı bulamadığımız taktirde, gezinin buraya kadar olan bölümüyle ilgili bütün notların kaybolacağı düşüncesi bizi kahretti.

Tek ümidimiz, çantayı henüz yeni düşürdük ve yolda bir yerlerde başında birilerini toplanmış bulacağız. İlk yaptığımız hızlı ön araştırmadan bir sonuç çıkmayınca, Elif’i buradaki bir polis istasyonuna bırakıp, yol boyunca gördüğüm herkese sorarak, samanlıkta iğne aramaya benzer bu işi sürdürdüm. Bir süre sonra yanıma motorlu iki genç geldi ve çantayı gören bir şöförün, polis istasyonuna haber bıraktığını söyledi. Tahir adlı genç benim motora bindi, onun yardımıyla, bir aşağı bir yukarı bölgeyi iyice taradık, ve inanılmaz ama sonunda bulduk. Yol kenarındaki bir evdekiler almış ve bahçeye koymuşlar, sahibinin çıkmasını bekliyorlardı. Allah gariban kulunu sevindirmek isterse, eşeğini kaybettirip buldururmuş. Bizimki de o hesap oldu. Pakistan gibi fakir ve eğitim seviyesi düşük bir yerde bu çantayı bulmamız da, aslında bu insanların ne kadar yardımsever ve dürüst olduklarının bir göstergesi. Akşam bir süre Tahir’in misafiri olup, arkadaşlarıyla sohbet ettik, ikramlarını aldık. Ancak çok üzüldüğümüz bir şey öğrendik; Tahir’in üniversite mezunu kardeşi iki ay önce Keşmir bölgesinde Hindistan’la yapılan bir çatışmada hayatını yitirmiş.

Bu iyi niyetli insanlarla vedalaşıp, gece karanlığında daha yavaş ve dikkatli bir şekilde ilerleyerek, geç bir saatte yorgun argın Lahor’a girdik. Sokakta tanıştığımız, arabalarından abartılı bir şekilde yüksek volümlü müzik gelen üç gencin yardımıyla, kalacak güzel bir otel bulup yerleştik. Ertesi sabah erkenden dünkü çocuklarla buluşup işlerimizi hallettik; Karaborsada para bozdurduk, DHL’den yeni karnemizi aldık ve durumu Pakistan Otomobil Kurumuna bildirdik, motorun yağını değiştirdik, hava filtresini temizledik, deposunu doldurduk ve yıkattık. Bu çocukların sayesinde bütün bu işlemleri çok hızlı bir şekilde halledip, dün gece gözümüze kestirdiğimiz Pizza Hut’a, hep birlikte gidip kendimize bir ziyafet çektik. Bu geceyi de Hindistan sınırının bulunduğu Wagha’da geçirdik.

19 Ağustos sabahı erkenden sınır işlemlerine başladık ve hem müslüman hem de bir çift olmamızın sayesinde fazla uğraşmadan Hindistan tarafına geçtik. Hindistan sınırı ise, görevlilerin iyi niyetli olmalarına rağmen abartılı prosedürlerinden dolayı, sıkıcı bir dört saat sürdü. Sınırı atlattıktan sonra 28 kilometre uzaktaki Amritsar’a gelip, uzun zamandır hayalini kurduğum Altın Tapınağın herkese açık misafirhanesine yerleştik. Son derece güleryüzlü ve misafirperver Sih’ler, giren çıkanın haddi hesabı olmayan tapınakta, motorun ve eşyaların güvenliği için, hem üstünü örttüler hem de başına bir nöbetçi diktiler. Böylece biz de rahatça, 400 yıllık bu muhteşem tapınağı ve çevresini gezebildik.

Altın Tapınak yada Hari Mandir; 1469-1539 yılları arasında yaşamış olan, şair-filozof Guru Nanak tarafından İslam ve Hinduizm’in karışımından oluşturulan Sihizm’in izleyicilerinin en kutsal yeri. Sihler yaşamları boyunca en az bir kez buraya hac ziyareti yapıyorlar. Nektar havuzu anlamına gelen Amritsar; Tibet Vajrayana Budizm’inin kurucusu Padmasambhava’nın da doğum yeri olarak kabul edildiğinden daha eskiden Tibet’li Budist’ler için de kutsal bir mekanmış. Ancak zamanla Budist’ler buradan ayrılınca bu kutsal mekana Sih’ler sahip çıkmış.

Gece - gündüz hareketin hiç bitmediği tapınakta çok hoş bir gün geçirdik. Ertesi gün uzun ve tehlikeli bir yolculuğun ardından Delhi’ye girdik. Buranın Sultanahmet’i diyebileceğimiz Paharganj’daki sayısız otelden birini, zar zor motoru içeri parketmeye ikna edip yerleştik. Ertesi gün, Bahai Tapınağını, muhteşem Kızıl Kale’yi, Hindistan’ın halen kullanılan en büyük camiisi olan Jama Masjid’i ve Eski Delhi sokaklarını gezip, zıtlıklarla dolu bu kaotik şehri bir nebze olsun yaşadık.

22 Ağustos sabahı Paharganj’ın rengarenk dükkanlarını son bir kez gezdikten sonra Agra’ya doğru yola çıktık. Buradaki ilk durağımız olan Agra kalesinin ardından, Hindistan’ın belki de en çok tanınan eseri, muhteşem Taj Mahal’e geldik. Moğol imparatoru Şah Cihan, 18 yıllık en sevgili karısının ölümü üzerine, ona layık muhteşem bir kabir yaptırmaya karar verir. Yapımı 21 yılda tamamlanan bu eser, Tagor’un dediği gibi “Zamanın yanaklarında asılı kalan bir gözyaşı tanesi”ne benzemektedir. Hikayenin devamı daha da acıklıdır; Şah Cihan’ın oğullarından Aurangzeb, üç erkek kardeşini öldürttükten sonra, babasını da tahttan indirir ve hapse atar. Şah Cihan ömrünün geri kalanında, Taj Mahal’i hücresinin penceresinden seyredebilir ve ancak ölümünden sonra karısına kavuşur.

23 Ağustos gecesi yorucu ve tehlikeli bir yolculuğun ardından, kutsal şehir Varanasi’ye girip, daha önceden öğrendiğimiz çok hoş bir otele yerleştik. Ertesi sabah erkenden kalkıp, güneşin doğuşuna karşı kutsal Ganj nehrinde yıkanan hacıları görüntülemek için bir sandalla nehre çıktık. Nehir boyunca ilerleyerek, Ghat adı verilen ve nehire inen basamaklarda yıkanan, dua eden, meditasyon yapan insanları ve bu etkileyici kültürü hayranlıkla seyrettik.

Aynı gün Varanasi’ye veda edip, çok hoş, ağaçlarla çevrili bir yolda ilerleyerek, Nepal sınırının bulunduğu Sounuli’ye geldik. Sınır işlemlerini kolaylıkla halledip, uzun yolculuğumuzun son ülkesi Nepal’e girdik. Bu arada sınırda iki Türk gencine rastlamak bizi çok şaşırttı ve sevindirdi, Onok ve kardeşi Onat’la, birbirimize bol şans dileyerek aksi yönlerdeki yollarımıza devam ettik. Ertesi gün ilk durağımız; Buddha’nın doğum yeri Lumbini oldu.

Lumbini’deki kalıntıları gezdikten sonra, Bhutwal üzerinden giden Pokhara yoluna çıktık. Ancak son derece bozuk ve kötü yol koşullarına sahip bu yolda, 100 kilometre mesafeyi tam 5 saatte geçebildik ve hava kararmak üzereyken, yorgun argın Pokhara'ya vardık. Hava sürekli bulutlu ve yağışlı olduğu için, Annapurna, Machapuchare gibi Batı Himalayaların muhteşem dağlarını, ancak gözucuyla görebildik.

26 Ağustos sabahı, yağmurun dinmesini bekledikten sonra yola çıktık ve son 200 kilometre yolumuzu da tamamlayarak, yıllardır hayalini kurduğum bir düşümün daha sonuna vardık. İstanbul’dan Katmandu’ya, tam 9000 kilometre ve 26 gün süren, bir kuşağın en büyük ideali olan bu olağanüstü yolculuğu sevgilimle birlikte, kendi motorumla tamamladım. Duygularım karmakarışık, ancak inanılmaz bir huzur ve mutluluk var içimde. Atlattığımız onca zorluk, onca badireden sonra artık gizemli Katmandu sokaklarında ilerliyoruz, rüyalarıma bile giren bu anın tadını sonuna kadar çıkarmaya çalışıyorum.

İlk işimiz, 26 Ağustos’ta saat 16:40’ta havaalanında buluşmak üzere, bundan bir ay önce sözleştiğimiz kuzenim Mehmet’i havaalanından almak oldu. 9000 kilometrelik yoldan geldiğimiz randevumuza, 20 dakika geç kalarak yetiştik ve hep birlikte Thamel’e gidip harika buluşmamızı kutladık. Sonrasında ise Katmandu’da ne yapılırsa onu yaptık; Budist ve Hindu tapınaklarını gezdik, harika restoranlarında yemekler yedik, kafelerinde oturduk, barlarına gittik, dükkanlarını, kitapçılarını gezdik. Bize başından beri destek olan Türkiye’deki dostlarımıza her şeyin yolunda olduğunu haber verdik. Bu arada birlikte yola çıktığımız Fotoğrafevi ekibiyle de buluştuk, birbirimizi tebrik edip yolculuklarımızı anlattık. Bir hafta sonra başlayacağım Cho Oyu tırmanışı öncesi son olarak ta, motorun komple bir bakımını yaptım ve değişebilecek hemen hemen herşeyini değiştirdim.

Ve 2 Eylül sabahı, Elif Türkiye’ye, ben de Tibet’e doğru yola çıktık.

........
Yazar: Ali Nasuh MAHRUKİ
Tarih: 2007-09-10


Bu Köşe Yazısının yer aldığı yer: Endurocu - Motosiklet ve Enduro Haberleri, Gezi, Kamp
http://www.endurocu.com

Bu Köşe Yazısı için adres:
http://www.endurocu.com/modules.php?name=Kose_Yazilari&op=viewarticle&artid=26